iki fotoğrafın yolculuğu



İki fotoğrafın yolculuğu;

Yalnızlığı içine lök gibi oturan insanlar, hayalleriyle kurtulurlar karanlıktan.


Mazıdağı ortaokulundan çalışkan öğrenci olarak mezun olup Gülşehir lisesinden Bursa Kız Lisesi’ne geldiğimde üçüncü yazılılar başlamıştı. Her girdiğim sınavdan 1-2 gibi berbat notlar alıyordum. Öğretmenler önceki notlarımı inandırıcı bulmayıp yeniden yazılı yapmaya başladılar. Bir günde üç dersten yeniden sınava girince, hiç bir şey bilemez, hiç bir soruyu yapamaz oldum. Karneyi görünce  babamın yüzünün halini de düşününce mideme ağrılar giriyor, günlerin çoğunu revirde kusarak geçiriyordum. Sonuç; önce ülser oldum, sonra sekiz dersten sınıfta kaldım dört tanesini ikmal sınavlarında verdim, dört tanesinden aynı sınıfı tekrar okumak zorunda aldım. Eylüldeki kurtarma sınavlarında iki tanesini verip iki taneden de borçlu geçebilirdim ama babam “kal kızım, kal bu sene temelin kuvvetlensin” dedi. İnanamadım!

Boş derslerde dışarıda gezmek yasak olduğundan en arka sıraya geçip kitap okumama izin verildi. Belki de yaşam yolumu çizmeme yardımcı olan o yıl, hayatın bana verdiği bir armağandı. Zamanın çoğunu okul kütüphanesinde geçiriyordum. Monte Kristo Kontu ile karanlık sulara atlamaktan korkmamayı, Cüzzamlı Kadın kitabı ile dış güzelliğine bu kadar önem verirken kopan uzuvlarına rağmen iç güzellikle mutlu olabilmeyi ve Türkan Saylan’a tapınmayı, Oliver Twist’le aç kalmamak için hak aramayı, özgürlüğün kapısını zorlamayı, Jane Eyre’le  farklı sınıftan bir adama aşık olma cesaretini ve ilk feminist kavramı, Madam Curie’nin hayatında bilimin ışığı için meşakkatlere katlanmayı, Çehov’un  sonu belli olmayan hikayeleri bittiğinde hayatın asıl bundan sonra başlıyor olmasını ve  hayal kurarak kendine göre yorumlarla devamını yazmayı öğrendim. Ve Durgun Akardı Don’da, bir kazak ailesinin gelenekleri ve savaş yılları ile dört cilt bittiğinde aileden biriydim.
Okurken, sayfa sayısını gösteren rakamlar, karınca gibi satırların üzerine yürümeye başladığında  kitabın üstüne başım düşer, uyur kalırdım. Kütüphane memuru bana gıcık oluyordu çünkü kadın kimse yok diye erken kapatıp gidemiyordu. Ben de ona gıcık olduğumdan, bir gün son ders bittiğinde kütüphane kapısının dışındaki asma kilidin deliğine tükenmez kalemi takıp kaçmıştım.


O yıllarda çıkan hayat ve ses  mecmualarına  saatlerce bakıyor dışarıdaki sosyal hayatı takip ediyordum.
Bir gün dergideki bir restoran fotoğrafı beni içine çekti. Kanaviçe örtülü, küçük kare bir masa, üzerinde iki kadeh, dışarıdan deniz görünüyor. Hemen arka sayfasında da iki tane gelin damat fotoğrafları vardı. Altında “ cumhuriyetin ilk gelinleri” yazıyordu. hemen hayal kurdum bir gün benim de böyle bir lokantam olacak bu fotoğrafları oraya asacağım dedim ve dikkatlice kütüphane görevlisine görünmeden yırtıp çantama attım. Sebebini hiç bilmiyorum neden bu fotoğraflar.
Yıllar sonra bir gün, birden, işten kovuldum.O yılların detaylı öyküsünü kitabım “ bir kaşık mutluluk”ta  bulacaksınız. On iki bin lira tazminat aldım. Bu paraya dokunmadan yaşamamız lazımdı. Bir dokunursam erir korkusuyla ellemedim. Çok farklı işlerde çalıştım ama hiç biri sürekli olmadı. Kırk bir yaşındaydım, kızım üniversitede oğlum lisede okuyor ve emekli maaşım anacak ev kirasına yetiyordu. Sonunda  bizim kurumdan emekli üç müfettiş (bir zamanlar odalarına giremediğim!) çalıştıramadıkları lokantalarının başına geçmemi, kazançtan da maaşımı almamı söylediler. Altı ay çocuklarımla birlikte canhıraş çalıştık fakat elemanları ve dekoru değiştirmeden, mönüyü  çeşitlendirmeden olmuyor, olmuyordu. Lokantayı bırakacağımı söyledim. Bir yıl önce yirmi üç bin bin liraya devir almışlar. İçeriye harcadığım üç  bin liramı istiyorum “para yok” diyorlardı. “ Sen al” dediler. Ben nasıl alırım, çocuklarımın geleceği için gerekli olan, ölümlük dirimlik tek param tazminatım, nasıl riske girerim! İyi de, harcadığım  parayı geri alamıyorumdum. Günlerce düşündüm, gecelerce uyumadım. Okuduğum bir öyküde "kaplumbağalar kafalarını dışarı çıkarmazlarsa yolu bulamazlar, risk almadan yol alınmaz” yazıyordu. Çocuklarımı gözümün önünde tutabilirdim, sorumluluk alacaklar ve çekirdekten yetişeceklerdi, karar verdim ve lokantayı on iki bin liraya devir aldım. Anıları sakladığım kutuda evrakları karıştırırken okulda  hayalini kurduğum fotoğrafları buldum. Niye? Ne özelliği var el alemin düğün fotoğraflarının bilmem ama ertesi gün lokantamın duvarına asıldılar. Masa örtülerim kanaviçeydi, yeşil ve mavi şarap kadehlerim raflardaydı, deniz görünmüyordu ama içimde, bazen  fırtınalı,  bazen de şıpır şıpır kıyıya vuran sakin,  masmavi denizim vardı.


Üç yıl sürdü KAŞIK lokantası maceramız. Doğru karar vermiştim, evlatlarımla sacayağı olduk. Kızım ev işlerinde, oğlum çarşı pazarda hiç şikayet etmeden koşturdular. Kaşık kaşık içtiler hayatı, zımba gibi hazırlandılar, gözümü yumsam gözüm arkada kalmaz. Akranlarına göre erken büyüdüler, ezildiler ama sonunda başardık. Çok yorulmuştuk onların da sırtını yaşam kabukları bağlamış, kafalarını çıkartıp kendi yollarına gitme zamanı gelmişti. Benim ve çevredeki meraklı esnafların, dudaklarını bükmüş küçümseyen personelin beklentilerinin üstünde bir bedelle devir ettik.


"Asla bir daha ticaret yapmam" diye büyük konuşmama rağmen, Kapadokya’nın en ücra köylerinden birinde bir mağara alıp yerleşmeme rağmen, ülkenin  geleceğinin belirsizliği  yüzünden ve üçümüzün daha iyi şartlarda yaşayabilmesi isteğiyle, yeni bir maceraya atıldık. Evimin kilerlerini, şırahanesini, ahırları  her yıl birini restore ederek ÖYKÜ EVİ OTEL’i yaptık.
Şimdi uğurum saydığım, tanımadığım kişilerin düğün fotoğrafları otelin restoranında asılı. Soran yabancı misafirlere bu öyküyü anlatmam çok zor. “who are they?”  diyenlere kısaca “My granfather, grantmother”  diyor, gülümsüyorum.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KEVSER RUHİ.

HASAN UYSAL

AHMET TELLİ