Kendi masalını yazmak
güzel bir duygu. Denemelisiniz
Bir vardı bir yoktu. Gece oluyor anlamsız bir sessizlik, sabah oluyor duvarlarda duygusuz bir sessizlik. Kulağımın östaki borusundaki sessizliğin ince uğultusu yüzünden uyku tutmadı. Kuşluk vakti, saat sabahın beşi, ezan okunuyordu, kalktım. Her gün yaptığım gibi sıcak süt içine azıcık kahve, azıcık bal karışımını içtim, üstüne bir cigara tellendirdim. Kapadokya güneşinin ışığı, ağır ağır dağların arkasından yükseliyordu. Otelimi, oğlum başarıyla yürütüyor artık bana pek iş kalmıyordu.Sıkıldım, bu yaz ege kıyılarında bir köyde, bir kaç ay ev kiralayıp gideyim istedim. Fakat oraya da dertlerim benimle gelecek, yakın arkadaşlarımla sohbetlerimiz, sıkıntılar, çocuklar, memleketin hali olacaktı. Bir çay içmek için gittiğim kafede, yan masadaki delikanlının “aynen lan aynen, he aynen, taktım aynen…” den ileri gitmeyen konuşmalarına, arka masadaki genç kızın yarım saat elinde telefon, dudaklarını büzerek bir o yandan bir bu yandan selfie çekmesine, sahilde, kalıcı ojeleri ve çıkmayan pembe rujlarıyla güneşlenen, yattığı yerden hükumeti eleştiren oy kullanamadığına üzülmüş kadınların kulağımı tırmalayan konuşmalarına, göbeğini devirmiş adamların, güneş gözlüğünden etrafı kesmelerine dayanamayacağımı düşündüm.
Yok vazgeçtim, Türkçe konuşulmayan bir yer olsun, kimseyi anlamayayım ( süper ingilizcem var ya!) Vizesiz olsun, mutsuz olursam ilk uçakla dönebileyim, yakın olsun, Avrupalı olsun,ucuz olsun derken haritayı açtım. (yıllar önce de gecelerden bir gece haritayı açıp kendime sakin bir kasaba bulup gitmiştim, bknz. Bir Kaşık Mutluluk kitabım) Ben haritayı açarsam bitmiştir. Vaaay çok iddialı oldu. İnternette Montenego’da iş olanakları, vizesiz fırsatlar reklamını gördüm. Bir araştırdım oooo tam istediğim gibi. Hemen karar verdim Ürgüp’teki evi üç ay kiraya verip o parayla gidebilirdim. Bir sorun vardı bir türlü gideceğim ülkenin adını telaffuz edemiyorum, Montekarlo, Mon te neydi ?(biz Karadag diyelim)
İstanbul’da kızıma anlattım planımı, güldü, dudakları yana kaydı. Anneme
anlattım “cacıklaşma…”dedi, Arkadaşlarıma anlattım “yok artık… “dediler. Canım
arkadaşım Nazan Kesal’a anlattım “kesinlikle evet, orada ev almış bir arkadaşım
var Merve hemen bilgi alalım” dedi. Merve öyle güzel yüreklendirdi ki her şey
çok kolay göründü. Ama yine de bir süreliğine evi kiraya verene kadar bu konuyu
rafa kaldırdım.
Sonraaaa günlerden bir
gün, kızım eve erken geldi, takıldım “Ne o işten mi çıktın?” dedim. O da
“evet, ayrıldım” dedi. Aha da, yandı, gülüm keten helva.
(Yıllar önce ben böyle bir günde işten atılmıştım. Hem de iki öğrenci çocuk, ev
kira,kiraya yetmeyen emekli maaşı.bknz Bir kaşık Mutluluk kitabım)
Üç beş gün kahvaltıdan sonra ben örgümü, Didoş telefonunu eline alıp ikimiz de dudağımızı sallayıp konuşmadan oturduk.
Güzel dostlarımız Ercan ve Nazan moral yemeğine davet ettiler. Ben iki de bir Montenegro’yu koyuyorum masaya. Hemen yeniden Merve arandı. Merve, Tivat’taki arkadaşı Ayşegül’ün telefonunu verdi. Ayşegül “transfer, otel ayarlarım, ne zaman isterseniz gelin.” dedi. Hayaller Cannes Film Festivali tadında bitirdik geceyi.
Yün alma bahanesiyle Kadıköy’e indim. Anamın aldığı bir bileziğim vardı, bozdurdum. Ben üç beş senede bir kafayı, evi, bileziği bozarım, kolum bozkır kalır, anam Anadolu kadını üzülür bir tane daha alır, üç beş yıl geçer, arabanın lastikleri kabak, kaza mı yapalım, ben yine bozdururum anam yine bir tanecik alır.
Eve geldim “Kalk gidiyoruz, bakalım, bakalım oralarda dedikleri gibi iş, aş var mıymış, yoksa bir bilezik yemiş yaban memleketi görmüş oluruz dedim. Didem, milleriyle bilet aldı, iki gün sonra Podgorica uçağındaydık. (podgorisa diye okunuyor, dil ağzında üç kere dönüyor)
Efendiiiim, her şey güzel, muhteşem manzaralar, Ayşegül ve Rauf çok dost, çok sıcak. Kafe baktık, peştemal satalım dedik. Kotor kale içi pahalı, Budva’da kalite düşük,Herceg Novi uzak, Tivat’ta dükkan yok derkeeeen Rauf “Neden kendi işinizi yapmıyorsunuz? Arkadaşımın bir oteli var, satmak istiyor ama belki kiraya verir .” dedi. Antonio ile otelde buluştuk. Ooooo hem de ne oooo bir manzara, geldiğinizde asla abartmadığımı göreceksiniz. “Olmaz dedim içimden, bize düşmez buralar satılır, takıcı dükkanı açalım biz, dedim içimden” Yine de Antonio’nın denizin içindeki taş evinde kendi elleriyle yaptığı yemekte alabilirmişim gibi, kiralayabilirmişim gibi muhabbetleri uzattım da uzattım. Bu arada Antonio Fazilet Hanım hastası. Yerel televizyonda her akşam yedide yayınlanıyor dizi, kime Türküz desek, Fazilet, Hazal soruluyor. Bunu kullanıp Antonio’ya “Fazileti getireceğim birlikte yemek yiyeceğiz” diyerek adamın aklını karıştırıyorum. Of ne ayıp diyeceksiniz, demeyin kıza iş yok, CV gönderdiğimiz şirketlerden ses yok. Üst düzey yöneticiye öyle ha deyince pozisyon yok, kira yaklaştı, zaman yok...
Üç beş gün kahvaltıdan sonra ben örgümü, Didoş telefonunu eline alıp ikimiz de dudağımızı sallayıp konuşmadan oturduk.
Güzel dostlarımız Ercan ve Nazan moral yemeğine davet ettiler. Ben iki de bir Montenegro’yu koyuyorum masaya. Hemen yeniden Merve arandı. Merve, Tivat’taki arkadaşı Ayşegül’ün telefonunu verdi. Ayşegül “transfer, otel ayarlarım, ne zaman isterseniz gelin.” dedi. Hayaller Cannes Film Festivali tadında bitirdik geceyi.
Yün alma bahanesiyle Kadıköy’e indim. Anamın aldığı bir bileziğim vardı, bozdurdum. Ben üç beş senede bir kafayı, evi, bileziği bozarım, kolum bozkır kalır, anam Anadolu kadını üzülür bir tane daha alır, üç beş yıl geçer, arabanın lastikleri kabak, kaza mı yapalım, ben yine bozdururum anam yine bir tanecik alır.
Eve geldim “Kalk gidiyoruz, bakalım, bakalım oralarda dedikleri gibi iş, aş var mıymış, yoksa bir bilezik yemiş yaban memleketi görmüş oluruz dedim. Didem, milleriyle bilet aldı, iki gün sonra Podgorica uçağındaydık. (podgorisa diye okunuyor, dil ağzında üç kere dönüyor)
Efendiiiim, her şey güzel, muhteşem manzaralar, Ayşegül ve Rauf çok dost, çok sıcak. Kafe baktık, peştemal satalım dedik. Kotor kale içi pahalı, Budva’da kalite düşük,Herceg Novi uzak, Tivat’ta dükkan yok derkeeeen Rauf “Neden kendi işinizi yapmıyorsunuz? Arkadaşımın bir oteli var, satmak istiyor ama belki kiraya verir .” dedi. Antonio ile otelde buluştuk. Ooooo hem de ne oooo bir manzara, geldiğinizde asla abartmadığımı göreceksiniz. “Olmaz dedim içimden, bize düşmez buralar satılır, takıcı dükkanı açalım biz, dedim içimden” Yine de Antonio’nın denizin içindeki taş evinde kendi elleriyle yaptığı yemekte alabilirmişim gibi, kiralayabilirmişim gibi muhabbetleri uzattım da uzattım. Bu arada Antonio Fazilet Hanım hastası. Yerel televizyonda her akşam yedide yayınlanıyor dizi, kime Türküz desek, Fazilet, Hazal soruluyor. Bunu kullanıp Antonio’ya “Fazileti getireceğim birlikte yemek yiyeceğiz” diyerek adamın aklını karıştırıyorum. Of ne ayıp diyeceksiniz, demeyin kıza iş yok, CV gönderdiğimiz şirketlerden ses yok. Üst düzey yöneticiye öyle ha deyince pozisyon yok, kira yaklaştı, zaman yok...
O gece de uyumadım, bu
arada kendime hem kızıyorum hem gülüyorum. Otelde terlik yok marketten
hafif yünlü-yeşil siyah kareli bir tane terlik aldım. tuvalete gideceğim,
terlik Didem’den tarafta, uzanıyorum alıyorum. Yatağa yatarken yeniden uzanıp
kızdan tarafa koymazsam uyanınca terlik arıyor. “Oof anne ya! bir tane daha almak
için 1.50 euroya kıyamadın diyor. Odanın içinde bir terlik aramadır gidiyor ama
iki gün kaldı yazık, günah bırakıp gideceğiz. “Espri olsun diye
almıyorum, ileride zengin olursan -rahmetli anam bir terlik daha almaya paraya
kıyamamıştı. Hey gidi günler hey!- dersin”Cannes film festivalinde dereceye
girmemiş ama kalplerimizin ödülünü alıp on beş dakika alkışlanan
oyuncular edasıyla döndük.
Sonuç: satılmazsa Mart sonu haber verecekler.
Sonuç: satılmazsa Mart sonu haber verecekler.
Gel zaman git zaman derken dört hafta geçti, bu arada, burada yazamayacağım bir çok sıkıntı üst üste geldi, boğuluyorum. Oğluma örnek olmak için denek oldum, hipnozla sigarayı bıraktım, sanki her gün ciğerlerimden bir bronşcuk cenazesi çıkıyormuş gibi kederliyim, çok kederliyim, zat kederliyim... Acıdan geçmeyen şarkılar eksiktir, diyor ya öyle.
Sıkıntıdan kek yapmaya kalkıştım tam yumurtalı şekerin üstüne unu döktüm, önüme düşen saçlarımı elimin tersiyle kaldırırken Didem aradı, Antonio oteli bize veriyormuş. Kabartma tozunu unutup şöyle bir karıştırıp fırına attığım kekim yandı.
Sonrası çorap söküğü gibi
oldu, bitti. İlk uçakla geldik, aynı gün pazarlığa oturduk. Öyle
heyecanlıydım ki ara sıra balkona çıkıp gözyaşlarımı silip geliyordum.
İnanamıyorum ben bir ay önce adını bile bilmediğim Montenegro’da, bir otel kiraliyorum,
rüya gibi. Korku, endişe, sevinç, hepsi bir arada. Otelin terasına
çıktım, feribotlara bakarak yaktım bir cigara, ciğerlerim de şaşkın bir
mutluluk içinde kutladılar.
Ertesi gün kızım
şirketini kurdu, ben de personel olarak sigortalı oldum. Ben hep staff,
ben hep işçi.
Geçen geldiğimizde çok beğendiğimiz bir koyda fotoğraf çektirmiştik. Tivat’ın çıkışı, denize sıfır evler var. Orada kiralık bir ev var fakat bizim için pahalı. Didem ısrarla görelim dedi. Kapıyı çaldık genç bir kız Türkçe “hoş geldiniz” dedi. Ankaralı anne ve kızı, yaşlarımız da aynı. Bir sohbet, bir muhabbet, evi istediğimiz fiyata kiraladık. Şimdi onlar başka bir ev aldılar, görüştüğümüzde akrabamız gelmiş gibi hissediyoruz.
Geçen geldiğimizde çok beğendiğimiz bir koyda fotoğraf çektirmiştik. Tivat’ın çıkışı, denize sıfır evler var. Orada kiralık bir ev var fakat bizim için pahalı. Didem ısrarla görelim dedi. Kapıyı çaldık genç bir kız Türkçe “hoş geldiniz” dedi. Ankaralı anne ve kızı, yaşlarımız da aynı. Bir sohbet, bir muhabbet, evi istediğimiz fiyata kiraladık. Şimdi onlar başka bir ev aldılar, görüştüğümüzde akrabamız gelmiş gibi hissediyoruz.
Bir ay içinde geri dönüp
evlerimizi boşalttık, eşyaları dağıttık. Buna edebiyatta gemileri yakmak
deniyor sanırım. Akşam yatarken üzülüyorum, köpeğim NİSAN’ı dostları, tozumu
toprağımı, ailemi özleyeceğim. Sabah kalkıyorum televizyonu ne zaman açsam
havlayan bir adam, kadın polise sığınmış daha karakoldan çıkmadan öldürülmüş,
fakir fukara çocukları bizim olmayan bir savaşın içinde ölüyorlar, dizilerle
silahlarla, aşil tendomumuz ahlak, öldürülüyor. Kanına virüs girmiş gibi ne
anlatsan anlamayan köylü, tekkelerden zaviyelerden yetişmiş vatan hainleri,
aydınları öldürüyor. Benim de ruhum ölüyor. Stafan Zweig’in Avrupa’nın içine düştüğü
duruma dayanamayıp karısıyla birlikte intihar ettiği güne geldiğimi hissettim.
Uzaklaşmalıyım, TAMAM dedim.
Kulağımızda ince saz,
dilimizde hüzünlü şarkılar, gözümde damlayamayan yaş, el sallayanım olsun dediklerim yok, Alamancı bir amcadan kalan, altmış model valizimizle geldik. 12 Nisan 2018
Önce otelimizin ismini
koyduk Kapadokya’daki Öykü Evi'ne kardeş olsun istedik. Tale house, Sonra odalarımız ismini masal
kahramanlarından aldı, Alice, Rapunzel, Peter Pan, Cinderella, Robin Hood.
Yolda bulduğumuz sahipsiz
bir köpeği de ekibe kattık. Adını May (MAYIS) koyduk. Nisan’a hasretime öyle
iyi geldi ki.
Şimdiiii, bu masalın
sonunu siz yazabilirsiniz.. Otelimizi tanıtarak, paylaştığımız reklamları
arkadaşlarınızla yeniden paylaşarak, yolunuz düşerse demleme çaylı sohbetlerimize
katılıp memleketten iyi haberler getirerek. 1996 da haritayı açıp, iki
valiz ve iki çocukla yola çıkan benim, bugünkü hayallerimi, Kapadokya ÖYKÜ
EVİ’nin, Montenegro TALE HOUSE’un macera dolu yıllarını dinleyerek, kendi
öykülerinizi de bize bırakarak, siz yazabilirsiniz bu masalın mutlu sonunu.
Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı yazana, biri masalı okuyana, biri tatilini masal evinde geçirene...
www.talehousemontenegro.com
Yorumlar
Yorum Gönder